Gri Tonların Peşinde Bir Kahraman
Heraklitos, 2.500 yıl önce şöyle demişti:
“Tanrı için her şey güzel, iyi ve adildir; fakat insanlar bazı şeyleri haksız, bazı şeyleri haklı sayar.”
Bu satırlar, üzerinden binlerce yıl geçse de hâlâ sarsıcı bir gerçekliği dile getiriyor. Nitekim insanlık, binlerce yıldır aynı alışkanlığı sürdürüyor: Karmaşık olanı sadeleştirmek, belirsiz olanı net çizgilerle ayırmak… Ve bunun en kolay yolu, insanları “iyi” ve “kötü” diye sınıflandırmak.
Oysa hayat, siyah ve beyaz kadar griyi de içeriyor. Hepimiz kusurlarımızla varız; bazen birinin gözünde kahraman, başka birinin gözünde ise suçlu olabiliriz. Tıpkı Heraklitos’un söylediği gibi, mutlak doğrular veya yanlışlar, evrenin değil, bizim dar bakış açımızın ürünüdür.
Bazen eğitimlerde katılımcılara şu soruyu yöneltirim: “Sizce kötü insan nedir?” Cevaplar farklı kelimelerle ifade edilse de çoğu, aynı kalıbın etrafında dolaşır. Sanki herkesin zihninde önceden yazılmış, değişmez bir senaryo varmış gibi. Ardından, bu senaryonun karşısına doğal bir refleksle “iyi insan” figürü yerleştirilir ve böylece tablo tamamlanır.
Oysa bu kesinlik bana hep tuhaf gelmiştir. Hayat, bu kadar keskin ayrımların içine sığmayacak kadar karmaşıktır. Benim inancıma göre tam anlamıyla iyi ya da kötü insan yoktur; yalnızca kusurlu insan vardır. Hepimiz kusurluyuz ve bu kusurlar, bizi bazen birinin gözünde iyi, bazen de kötü yapar.
Kusurların Farklı Yüzleri
Robin Hood’u ele alalım. Eğer bu efsanevi karakter günümüz dünyasında var olsaydı, sosyal medyada kimileri onu “adaletsizlikle mücadele eden kahraman” diye över, kimileri ise “özel mülkiyeti hiçe sayan suçlu” diye eleştirirdi. Ya da Steve Jobs… Teknoloji dünyasında vizyoner bir deha olarak anılırken, birlikte çalıştığı bazı kişiler tarafından zorlayıcı ve sert bir yönetici olarak hatırlanıyor. Elon Musk için de benzer bir ikilik söz konusu; kimi ona insanlığın geleceğini şekillendiren bir inovasyon lideri derken kimileri de onu ego merkezli bir milyarder olarak görüyor.
Bu isimler, toplumun hafızasında yer etmiş ve daima göz önünde bulunan kişiler. Onları bizden ayıran, kusursuz olmaları değil; bilakis, kusurlarını sergileyişlerindeki çeşitliliktir. Bazen bu kusurlar onları yaratıcı fikirler peşinde koşmaya, bazen de sert ve bencil görünebilecek davranışlar sergilemeye itiyor.
Belirsizlikten Kaçışın Psikolojisi
Gördüğümüz üzere, aynı insan farklı bakış açılarında tamamen farklı bir portre çizebilir. Bu eğilimin arkasında, insanın belirsizlikten hoşlanmayan doğası yatar. Belirsizlik, kontrol duygusunu zedeler ve bu da çoğu zaman korkuya dönüşür. Psikolojide “bilişsel kapanma ihtiyacı” (Need for Cognitive Closure) olarak tanımlanan bu eğilim, çevremizdekileri “iyi” ya da “kötü” gibi net kalıplara yerleştirmemize neden olur. Böylece karmaşık olanı sadeleştirir, zihinsel yükümüzü hafifletiriz.
Popüler Hikâyeler ve Gri Gerçekler
Popüler kültür de bu eğilimi besler; çünkü onun anlattığı hikâyelerde iyiler daima iyi, kötüler ise değişmeye yer bırakmayacak kadar kötüdür. Yazarlar ve senaristler, izleyiciye güvenli ve net bir hikâye sunmak ister; bunun için karmaşanın rahatsız edici yanlarını törpülemeyi ihmal etmezler. Oysa hayatın doğası bu kadar basit değildir. İnsan, çoğu zaman çelişkilerinin toplamıdır; iyi niyetle bencillik, cesaretle korku aynı bedende yan yana var olabilir. Bağımsız sinema, tam da bu çelişkileri görünür kılmak için vardır. Karakterlerini siyah–beyaz bir tasnife hapsetmez; onları, kendi çatışmalarının ortasında, renkleri sürekli değişen bir dünyada bırakır.
Gri Tonların Sinemadaki Yansıması
Bu yaklaşımın çarpıcı örnekleri dünyanın dört bir yanında karşımıza çıkar. Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya kadar pek çok bağımsız yönetmen, izleyiciye huzur veren net yargılar sunmak yerine, rahatsız edici sorularla yüzleştirir. Bu anlayışın ustalarından biri de İranlı yönetmen Asghar Farhadi’dir. Onun Kahraman (Hero) filmi, iyi–kötü ikilemini yerle bir eden güçlü bir anlatıdır.
Asghar Farhadi
Hikâye, borcunu ödeyemediği için hapse giren Rahim’in, dışarıdayken bulduğu bir çantayı sahibine iade etmesiyle başlar. Bu hareket, çevresinde “iyi insan” imajı yaratır. Ancak zamanla bu iyiliğin ardında kendi çıkarlarının da olduğu şüphesi doğar. Sosyal medyanın hızlı yargılarıyla büyüyen bu tartışma, Rahim’i bir anda kahramanlıktan şüpheliye dönüştürür. Farhadi, izleyiciyi Rahim’in gerçekten iyi mi yoksa bencil mi olduğuna karar vermeye zorlar, ama net bir yanıt vermez. Farhadi’nin ustalığı, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın iç içe geçtiği gerçeğini görünür kılmasında yatar. İzleyicisini, mutlak yargıların ötesinde, daha esnek ve çok katmanlı bir bakış açısına çağırır.
Bu nedenle, empati kurma becerisini keskinleştirmek isteyenler için bağımsız sinema eşsiz bir fırsattır; çünkü net ve tek boyutlu kalıplar yerine esnek, çok katmanlı bir anlayış sunar. Tıpkı hayatın içinde olduğu gibi, karakterler ne tamamen iyidir ne de tamamen kötü; izleyici, onların çelişkileriyle yüzleşirken farkında olmadan konfor alanından çıkar. Bağımsız sinema, empatinin rahatsız edici yanını görünür kılar; popüler kültür ise çoğu zaman sempatinin kolay yolunu tercih eder.
Burada empati ile sempati arasındaki fark belirleyicidir. Empati, birinin yaşadığı durumun ardındaki koşulları anlamaya çalışmak; sempati ise bu kavrayışı kendi duygusal konfor alanımız üzerinden yapmak, bize benzeyen yanlarına tutunarak onu “iyi” ilan etmekle ilişkilidir. İşte bu nedenle, popüler yapımlar senaristlere kolay bir kapı aralar. Bir karakteri kahraman tahtına çıkarıp parlatmak ya da zayıflıklarını örten hikâyelerle izleyicinin kendini onda bulmasını sağlamak, zahmetsiz ama etkili bir yöntemdir. Böylece izleyici, gerçeklikten kopsa da parıltılı bir yanılsamanın içinde anlık bir dinginlik yaşar.
Gri Tonlarla Yaşamak
Eğitimlerde bu konuyu tartışırken şunu gözlemliyorum: İnsanlar, iyi–kötü ayrımının ötesine geçtiklerinde hem kendi kusurlarıyla yüzleşmeye hem de başkalarının karmaşıklığını kabullenmeye daha açık hâle geliyor. Ve bu farkındalık, belirsizlikle baş etme becerisini güçlendiriyor. Siyah–beyaz bakış, ilk anda huzur verir; çizgiler nettir, kararlar hızlı alınır. Fakat bu netlik, çoğu zaman görünmeyeni perdeleyen ince bir sis perdesi gibidir. Gri tonlar ise zahmetlidir; sabır, dikkat ve rahatsız edici sorular sorabilme cesareti ister. Ne var ki bir kez bu bakışa alışıldığında, tıpkı fırtınada ufku seçebilen bir denizci gibi, insan yönünü kaybetmeden ilerleyebilir. Üstelik bu yolculuk, hayatı tekdüze bir kalıbın ötesinde, katmanlı ve gerçek dokusuyla görme ayrıcalığını da beraberinde getirir.
Son kertede, bu anlayış, insanı belirli kalıplara sıkışmış, hayatın hızlanan temposu içinde tek boyutlu düşünceye hapsolmuş bir bakışın yarattığı yavanlıktan kurtarır. Eduardo Galeano’nun, “Düğünlerin aşktan, cenazelerin ölülerden ve tapınakların Tanrı’dan daha önemli olduğu değersiz, yavan bir çağda yaşıyoruz” diye dile getirdiği yakarış, tam da bu durumun altını çizer.
Kısacası, eğitimlerde sorduğum basit bir sorunun peşinden gittiğimizde şunu görürüz: İnsanları iyi ya da kötü diye ayırmak, zihnin kolayca başvurduğu bir kısayoldur. Bu kolay yolu bıraktığımızda, dünyayı daha berrak okuyabilir, kararlarımızı daha sağlam temellere oturtabiliriz. Yalnızca teorik bir farkındalık değildir bu; iş yerinde, ilişkilerde, liderlikte, adımlarımıza yön veren sağlam bir pusuladır. Ve belki de en önemlisi, bizi başkalarının hikâyesini aceleyle yargılayan seyirciler olmaktan çıkarıp, o hikâyenin içine adım atan gerçek tanıklara dönüştürür.